Makaleler

Şiddet, sadece bir güç gösterisi değil, bir iletişim biçimi olarak da algılanmıştır. Varoluşsal bir ifade şekli olarak benimsenmiştir. Yazımın başlığı aldatıcı olmasın şiddet bence bir iletişim dili değil, aksine iletişimin kesildiği yerde başvurulan bir yoldur.

İlkel insanda şiddet uygulayıcısı insanın kendisi iken devletleşmeyle birlikte şiddetin uygulayıcısı devletin bizzat kendisi haline geldi. Modern devlette insanın insana , insanın hayvana şiddet uygulaması yasaklanırken; devlet halk topluluklarını ıslah edebilmek için sopayı eline aldı. Burada kastettiğim sadece polisin jopla gençlere eylemcilere uyguladığı şiddet değil, bazı ülkelerin yasalarında dahi yer alan elektrikli sandalyeye bağlayarak idam, gibi ileri örneklerle birlikte , insanı yalnızlaştırma iten tecrit hapsi gibi olumsuz koşullar da devletin insana uyguladığı şiddete örneklerdir. Üstelik bu bahsettiğim örnekler de devletin uyguladığı şiddet bizzat yasadan kaynaklandığı için meşrudur da .

Max Weber, 1919’da yaptığı ünlü bir konuşmada şöyle der:

“Modern devlet, belirli bir coğrafi alanda fiziksel şiddet kullanımının meşru tekelini elinde bulunduran bir insan topluluğudur.”Burada kritik nokta şudur:

Devlet şiddet kullanımını herkesin elinden alıp sadece kendisinin uygulamasını meşru kılmak, bu şiddeti hukuk, düzen ve kamu yararı gibi kavramlarla çerçevelemek , başka bir deyişle devlet, şiddeti bireysel bir eylem olmaktan çıkarıp, toplumsal düzeni koruma amacıyla kullanmaya başlamıştır.

Bu yazımda ele almak istediğim devletin bireye uyguladığı şiddetten ziyade insanın insanın insana  –insanın hayavana uyguladığı şiddet. Nasıl oluyor da modern eğitimli insan şiddete yöneliyor.

Felsefe ve sosyoloji tarihine baktığımızda

- Thomas Hobbes  doğa durumunda insanın insanın kurdu olduğunu ve şiddetin doğal bir sonuç olduğunu ileri sürmüştür.
- Jean-Jacques Rousseau ise insanın doğası itibariyle barışçıl olduğunu, şiddetin toplumla yozlaşmasıyla ortaya çıktığını savunmuştur
- Hannah Arendt şiddeti iktidarla karıştırmamak gerektiğini vurgular. Ona göre, gerçek iktidar rızaya dayanır; şiddet ise iktidarın zayıfladığının göstergesidir.
- René Girard ise "mimetik teori" çerçevesinde şiddetin taklit ve kıskançlıkla doğduğunu ileri sürmüştür.

- Albert Bandura'nın Sosyal Öğrenme Teorisi'ne göre, şiddet öğrenilen bir davranıştır. Çocuklar, çevrelerinde gözlemledikleri şiddet davranışlarını model alarak içselleştirirler.

Ben bu yaklaşımlar içerisinde Rousseau’yu gerçeklikten uzak romantik buluyorum. Benim görüşüm  Hobbes’ın da söylediği gibi “ homo homini lupus est”. İnsanın içerisinde hem derin bir merhamet hem de her an koşulunu bulduğunda ortaya çıkabilecek bir saldırganlık vardır. Hangi duygunun ne zaman ortaya çıkacağını ortam belirler.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, ekonomik eşitsizlik, toplumsal dışlanmışlık, kimliksizleşme gibi olgular da bireyleri şiddete yöneltebilir Şiddet, çoğu zaman güçsüzlük duygusunun bir dışavurumu olarak ortaya çıkar.

İletişim, anlam üretimi ve karşılıklı anlaşmayı hedeflerken; şiddet, yok etmeyi ve bastırmayı amaçlar. Bu bağlamda, şiddet tabi ki bir  “iletişim dili” sayılamaz.  Dil, karşıdakini anlamaya ve kendimizi ifade etmeye yöneliktir; şiddet ise karşı tarafın varlığını bastırır. Paul Watzlawick’in iletişim kuramına göre, her iletişim bir mesaj içerir. Şiddet, mesajdan çok, mesajın yokluğuna işaret eder. Bu yüzden şiddet, iletişimin son bulduğu, kopuş yaşandığı bir noktadır.

Yaşadığımız toplumda iletişim dili ne kadar iyiyse şiddete eğilim de o denli azalıyor. Çocuklarda erken yaşta duygularını ifade etme ve başkalarının duygularını anlama becerilerini geliştirmeye çalışmak , devletin sosyal adaletsizliği gidermeye çalışması ve fırsat eşitliği sağlayarak dezavantajlı gruplar desteklenmesi, şiddeti yücelten, romantize eden yayın politikalarından kaçınmak şiddeti azaltacak yöntemlerden belli başlıcalarıdır.